• En Son Ne Yazmışım?

  • Son Yorumlar

    Mersin’den Adana’y… için cortoturco
    Mersin’den Adana’y… için Hakan Mihci
    Viva Mexico! Büyük ve Güzel Ül… için cortoturco
    Viva Mexico! Büyük ve Güzel Ül… için Bora Arasan
  • Arşivler

  • Kategoriler

  • Enter your email address to follow this blog and receive notifications of new posts by email.

    Diğer 64 aboneye katılın
  • Meta

TARİHİN AYIRDIĞI, KÖKLERİN BAĞLADIĞI BULGARİSTAN – 3. Bölüm Filibe

8 Ağustos 2013, Perşembe

Filibe’de bayram gezmesi

??????????????????????

Daha önce yurtdışında geçirdiğim bayramlar oldu. Ancak ilk kez bayram namazını yurtdışında kılacaktım, üstelik bunu tarihi öneme sahip bir camide yapacaktım. Bu da bana ayrı bir heyecan veriyordu. Namaza gitmek için çok erkenden uyandım. Sokağa çıktığımda saat henüz 7 olmamıştı, sokaktaki tek tük insanların camiye gittikleri belliydi. Hem merkez camisi olduğu hem de tarihi bir cami olduğu için bayram namazını Cuma Camii’nde kılmayı daha yola çıkmadan kafama koymuş, hatta otel seçimimi bile ona göre yapmıştım.

Ne olur ne olmaz diye yanıma fotoğraf makinemi almamıştım, ama sonra çok pişman oldum. Cemaat gerçekten de fotoğraflıktı. Eh, ne de olsa alıştığımdan çok farklı bir cemaatin arasındaydım. Cemaatin çoğunluğunu Roman Müslümanlar oluşturuyordu belli ki. Giyim kuşam tarzları tam seyirlikti. Zincir kolyelisinden apaçi saçlısına türlü farklı insanlar camiye doluşmuştu. Ama benim en çok dikkatimi çeken namazın başlamasına az kala gelen biri mor, diğeri gülkurusu parlak takım elbiseli iki genç oldu. Sanırım cemaatin arasında Türkiye’den de bir bakan olması ekstra bir yoğunluk yaratmıştı camide. Camide inanılmaz bir uğultu vardı. Herkes konuşuyor, oturacak yer arıyordu.

Neyse ki namaz başlayınca konuşmalar kesildi ama bir an için kesilmeyecek sandım. Namaz normal kılındı ancak daha ikinci rekat biter bitmez, bir grup paldır küldür gitmeye başladı. Hutbe sırasında hoca “iyi bayramlar” dileyince, bunu duyan cemaatin büyük bir bölümü namaz bitti diyerek camiyi terk etmeye başladı. Hoca dahil cemaatin bir kısmı “durun oturun, namaz bitmedi” derken ayaklananlar da “e, oca iyi bayramlar diledi be yav” diyerek gittiler. Gayet ilginç ve değişik bir bayram namazı oldu sonuçta.

Filibe’de bayram sevinci… Bayram namazı sonrası Cuma Camii’nin önü...

Filibe’de bayram sevinci… Bayram namazı sonrası Cuma Camii’nin önü…

Çıkışta dağıtılan Kuran, tespih ve tatlı nedeniyle cami bir türlü boşalmak bilmedi. Bizim hükümetin propagandası mıydı yoksa burada âdet miydi bilmiyorum, öğrenmeye de yeltenmedim; kalabalıktan sıyrılıp kendimi otele attım. Hızlı bir kahvaltının ardından, önceki gün gezdiğim yerler de dahil olmak üzere kendi planladığım Filibe yürüyüş turuna çıkmaya hazırdım.

Tura başlamadan önce halletmem gereken bir iş vardı. Dün akşam Martin’i Central Perk Cafe’de bulamadığım için hediyeleri bu sabah mutlaka vermek istiyordum. Neyse ki Martin kafedeydi. Kısa bir sohbet ve sabah kahvesinden sonra Mira’ya getirdiğim hediyeleri verip yola koyuldum.

Russki Caddesi’nden geçip turumun başlangıç noktası olarak belirlediğim Sahat Tepe’ye tırmanmaya başladım. Tepe, adını üstündeki Saat Kulesi’nden alıyordu. 17,5 metrelik kulenin tarihi 1570’lere kadar gidiyor, ancak bugünkü şeklini 1812’de almış. Bir dönem yangın gözetleme kulesi olarak da kullanılan Saat Kulesi’nin en ilginç özelliği üstünde saat olmamasıydı, yani akrep, yelkovan ve rakamlar olan bir kadran yoktu. Ancak saat çalışıyor olmalıydı ki ben tepedeyken çalan çanlar saat 11’i işaret etti. Sahat Tepe şehrin merkezindeki sivri bir yükselti olduğu için hem eski Filibe’nin evleri hem Maritsa Nehri’nin ötesindeki yeni binalar hem de arka tarafta Bunardjika Tepe ve üstündeki Sovyet Askeri Alyosha’nın Anıtı görülebiliyordu.

Saat Kulesi, üzerinde kadran olmasa da düzenli çalan çanlarıyla saati yıllardır bildirmeyi sürdürüyor.

Saat Kulesi, üzerinde kadran olmasa da düzenli çalan çanlarıyla saati yıllardır bildirmeyi sürdürüyor.

Tepenin yamacındaki merdivenlerden kıvrıla kıvrıla aşağı inip yine ara sokaklardan geçerek Djumaya Meydanı’na çıktım. Cuma Camii’nin önünde sabahki hengameden eser yoktu, Bulgarlar için sıradan bir gün olduğu için herkes işinde gücündeydi, hatta dün akşama göre sakindi bile diyebilirim. Şehir turu sırasında yukarıdan bakmakla yetindiğim Roma Arenası’nı (Roman Stadium) yakından görmek için aşağı indim. 2. yüzyılda inşa edildiği düşünülen 180 metre uzunluğundaki, 30 bin kişi kapasiteli arenanın sadece kuzey ucu günışığına çıkarılabilmiş. Geri kalan kısmı ise Knyaz Aleksander Caddesi altında. Bir İspanyol turisti gezdiren Bulgar genç kızlar fotoğraflarını çekmemi isteyince ben de fırsattan istifade kendi fotoğrafımı çektirttim.

Arenadan çıkıp Cuma Camii’ne(Djumaya Camiya) girdim. İçinde insanlar olmayınca cami daha büyük ve aydınlık göründü gözüme. Balkanlardaki erken dönem camilerin en büyüklerinden biri olan Cuma Camii, 2. Murat tarafından 15. yüzyılın ortalarında inşa ettirilmiş, bu nedenle Murat Camii olarak da biliniyor. Kırmızı beyaz tuğlalardan oluşan 23 metrelik minaresi, daire ve dikdörtgen 9 kubbesiyle, kalın duvarlarıyla gerçekten anıtsallığını ve heybetini korumuş bir yapı. Ahşap son selamlık yeri ise sonradan eklenmiş olmakla birlikte güzel bir işçiliğin ürünü. Duvarlardaki süsler 18. ve 19. yüzyıllarda yapılmış, ancak yakın zamanda cami restorasyondan geçmiş olmalıydı ki bazı yerlerde renk tonlarındaki farklar belli oluyordu. Nitekim camiyi gezerken duvara iliştirilmiş bir plakada restorasyonun 2008 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından yaptırıldığı belirtilmişti. Cuma Camii gerek süslemelerinin zarafeti gerek anıtsallığı gerekse içinize verdiği sükûnet duygusu ile beni etkiledi – tabii ki sabahki gibi bir kalabalıkta bu sükûneti hissetmek mümkün değil. ??????????????????????

Yıllar boyunca orijinalitesini kaybetmiş olsa da Cuma Camii’nin hem dışındaki hem de içindeki işçilik görmeye değer.

Yıllar boyunca orijinalitesini kaybetmiş olsa da Cuma Camii’nin hem dışındaki hem de içindeki işçilik görmeye değer.

Caminin etrafından dolaşırken bir köşesinde duvara yerleştirilmiş bir güneş saati de gözüme çarptı. Bunu 1878 yılında bir Rus subay koymuş oraya. Caminin arkasındaki meydanı geçip – ki bu meydanda birkaç hoş lokanta gözüme takıldı – Suborna Caddesinden tırmanmaya başladım. Burası artık Filibe’ye karakterini kazandıran eski mahallenin başlangıcıydı ve hediyelik eşya dükkanları da turistik bölüme girildiğinin habercisiydi. Ancak çok çıkmadan hemen sağa sapıp Sveta Bogoroditsa Kilisesi’nin karşısındaki Danov Evi’ni (Danov’s House) buldum. Bulgaristan’ın önemli yazar ve yayımcılarından olan, Türklere karşı özgürlük hareketinde önemli rol oynayan Hristo Danov’a ithaf edilmiş eski bir evdi, zaten bunun gibi sahiplerinin adıyla anılan bir dolu restore edilmiş ve ziyarete açılmış eski ev veya köşk vardı Filibe’de. Filibe’nin en ilgi çekici tarafı da “Uyanış Dönemi Evleri” de denen bu evlerdi zaten. Evin içine girmedim ama bahçesinde biraz dolandım. Ağaçlar içinde, kapısının üstünde süslü bir alınlık olan küçük ama hoş bir evdi. Bahçeden Sveta Bogoroditsa Kilisesi de güzel görünüyordu.

Çok basamaklı bir yolla çıkılan Sveta Bogoroditsa Kilisesi, pembe-mavi çan kulesiyle dikkat çeken 1844 tarihli bir kilise. Şehirde Bulgarca ilk ayin bu kilisede yapıldığı için özel bir yeri var. Rehber kitaplar içeride güzel freskler olduğunu yazıyordu ama içine girmektense yoluma devam etmeyi tercih ettim.

Öğle sıcağında kan ter içinde yokuş yukarı tırmanıp Taksim Tepe’nin yamacına kurulmuş Amfiteatr’a (Antichen Teatar) ulaştım. Dün sadece dışarıdan bakmak zorunda kalmışken bugün bilet alıp içeri girmeye karar vermiştim (Giriş 5 BGN). Gerçi ziyaretçilerin çoğu içeri girmeyi gerekli görmeyip parmaklıkların arasından bakmayı tercih ediyorlardı ki bunun çok da mantıksız olmadığını anlayacaktım. Tiyatronun Dor sütunlu sahnesi, arkasında kalan Filibe ve Rodop Dağları manzarasına bir çerçeve oluşturarak etkileyici bir görüntü sunuyordu. 7 bin kişilik kapasiteye sahip Amfiteatr, M.Ö. 2. yüzyılda İmparator Trajan zamanında inşa edilmiş. Zamanla tahrip olan ve toprak altında kalan tiyatro, 1972’de bir toprak kayması sonucu tekrar günışığına çıkmış. Ben de para vermişken tepedeki güneşe aldırmamaya çalışarak en aşağıya kadar inip sahneye çıktım. Açıkçası para verip gezmeye değecek kadar görkemli bir tiyatro değildi, en etkileyici manzara ya karşı tepeden ya da yukarıdan bedavaya görülebiliyordu.

Filibeli ressam Zlatyu Boyadjiev tablolarıyla yöredeki geleneksel yaşama ve tarihe de ışık tutuyor.

Filibeli ressam Zlatyu Boyadjiev tablolarıyla yöredeki geleneksel yaşama ve tarihe de ışık tutuyor.

Amfiteatr’ı da tamamlayınca Lamartine Evi’nin önünden geçerek, Knyaz Tseretelev Sokağı üzerinden yine Suborna Caddesi’ne çıktım. Bu arada 1846 yılından kalma beyaz, büyük bir taş konaktaki Güzel Sanatlar Galerisi’nin (State Gallery of Fine Arts) önünden geçtim ama sanatsal ziyaretimi biraz ilerideki Zlatyu Boyadjiev Müzesi’ne (Zlatyu Boyadjiev House) sakladım. Filibeli ressam Zlatyu Boyadjiev (1903-1976) iki katlı, daha sade görünümlü bu köşkte yaşamış. Daha önce Sofya’da onunla ilgili bir sergiyi gezmiş ve resimlerini beğenmiştim. Özellikle Filibe bölgesine ait geleneksel yaşamı, âdetleri, kırsal yaşamı konu alan izlenimci, bazen naif bir üsluba sahip resimleri vardı. Birinci kat daha çok sanatçının yaşamına ayrılmışken, ikinci katta eserler sergileniyordu (5 BGN).

Evi dolaştıktan sonra sokağın biraz ilerisindeki Sveti Konstantin ve Elena Kilisesi’ne girdim. Filibe’nin en eski kilisesi olmakla birlikte, mevcut bina 1832’de inşa edilmiş. Yüksek bahçe duvarları kiliseyi sokaktan ayırdığı için ilk başta görülmeye değer olup olmadığına karar vermek güçtü. Ancak içeriye girince özellikle dış duvarlardaki resimler, gösterişli ikonastasis ve tavan süslemeleri bu kilisenin görmeden geçilmemesi gereken bir yer olmadığını anladım.

Özellikle 1840’larda yapılan ikonastasisiyle dikkat çeken Sveti Konstantin ve Elena Kilisesi’nin yanında bir de ikona galerisi var.

Özellikle 1840’larda yapılan ikonastasisiyle dikkat çeken Sveti Konstantin ve Elena Kilisesi’nin yanında bir de ikona galerisi var.

Kilisenin köşesinden dönünce Filibe’nin eski girişlerinden biri olan Hisar Kapı (Hissar Kapiya) karşıma çıktı.  Çok eski tarihlerden beri ayakta duran taş kapı tabii ki pek çok kez tamir görmüş. Kapının bir tarafında Sveti Konstantin ve Elena Kilisesi’nin çevreleyen duvarlar varken diğer tarafındaki surlar ise şimdi Etnografya Müzesi olan görkemli eve temel olmuş.

Kapıyı geçince hemen solda turuncu badanalı, pencereleri stuccolarla süslü büyük bir konakta Tarih Müzesi yer alıyordu ama şimdilik burayı es geçip iyice sızlamaya başlayan ayaklarıma daha da ıstırap veren arnavutkaldırımı sokaktan aşağı yürüyüp Sveta Nedelya Kilisesi’ne girdim. Kilise tadilatta olduğu için her yerde iskeleler kurulmuş, inşaat malzemeleri etrafa saçılmıştı. 16. yüzyılda yapılıp, 18. yüzyılda yenilenen bu kilisenin ceviz ağacından oyulmuş ikonastasisi ve kubbesindeki resimler dışında pek kayda değer bir özelliği yoktu.

  Etnografya Müzesi, Filibe’nin cephesi en güzel konaklarından birinde yer alıyor.

Etnografya Müzesi, Filibe’nin cephesi en güzel konaklarından birinde yer alıyor.

Yoluma devam edip artık eski Filibe’nin doğu yönündeki sonu diyebileceğim Roma harabelerine çıktım. Burası gördüğüm kadarıyla tam anlamıyla gün ışığına çıkmamış bir forumdu ama devrilmiş sütunlar ve mermer bir yol dışında görülecek bir şey yoktu. Gerisin geri Hisar Kapı’dan geçip Kuyumcuoğlu Evi’ndeki Etnografya Müzesi’ni (Regionalen etnografski muzey) ziyaret ettim (5 BGN). Barok mimarisiyle çok zarif ve 150 kadar penceresiyle şehrin en ihtişamlı binalarından biri olan bu konak Filibeli bir tüccara aitmiş. 1917 yılında Etnografya Müzesi’ne dönüştürülmüş. Müzenin zengin koleksiyonunda tarım, zanaat, giyim kuşam, din, dekorasyon ve müziğe dair pek çok eşya sergileniyordu. Ancak beni m dikkatimi çeken neredeyse her şeyin Ulusal Uyanış dönemine, yani Osmanlı dönemi sonrasına ait olmasıydı. Sanki Osmanlı Devleti 500 yıl boyunca buralarda hiç varlık göstermemiş, geleneğe göreneğe, sanata ve zanaata hiç etki etmemiş, tüm Bulgar kültürü Osmanlı’dan sonra ortaya çıkmış, sanayide, tarımda vs. tüm gelişmeler 20. yüzyıldan itibaren yaşanmıştı. Açıkçası Türk kültürünün bu kadar yok sayılması haksızlıktı ve politik olarak bitmeyen bir husumetin kanıtıydı.

Dr. Chomakov Sokağı’ndan turumu sonlandırmayı planladığım Nebet Tepe’ye doğu tırmanmaya devam ettim. Solumda kalan ressam Atanas Kristev’e ait müze-evi geçerek tepeye çıktım. Nebet Tepe, Filibe’deki en eski yerleşimin kurulduğu yerdi ve tarihi M.Ö. 12. yüzyıla kadar gidiyordu. Kale duvarlarının ve gözetleme kulelerinden geriye pek fazla bir şey kalmamıştı. Söylendiğine göre buradan Maritsa Nehri’ne kadar inen Bizans döneminden kalma bir tünel de varmış. Ovaya ve karşı tepelere hakim olan Nebet Tepe, şehri çepeçevre görmek için en iyi noktalardan biriydi. Gerçi öğle vakti olduğu için çok çiğ bir ışık vardı, neyse ki dün günbatımında daha güzel fotoğraflar çekmiştim. Biraz soluklandıktan sonra yürüyüşümün son etabına geçip tepeden aşağı inmeye başladım.

Osmanlı döneminden geriye kalan ender yapılardan biri olan Çifte Hamam şimdi bir sanat galerisi.

Osmanlı döneminden geriye kalan ender yapılardan biri olan Çifte Hamam şimdi bir sanat galerisi.

Dr. Stoilov ve Antranik Sokaklarının kesiştiği köşede simetrik evlerin güzel bir örneği olan Balabanov Evi karşıma çıktı. Bugün Eski Filibe Derneği’ne ev sahipliği yapan ev 19. yüzyılın başında inşa edilmiş ve tavan süslemeleriyle, mobilyalarıyla dönemin zevkini ve zenginliğini sergiliyormuş. Biraz daha ileride ise mavi badanasıyla dikkat çeken 19. yüzyıl ortalarına ait Hindlian Evi bulunuyordu. Yine dönemin şaşaasına tanıklık eden evin duvarları Venedik, İstanbul gibi şehirleri tasvir eden resimler varmış. Ben her iki evin de önünden geçmekle yetindim, ancak bir gün geri dönersem mutlaka ziyaret edeceğim yerler arasına da ekledim.

Surların dışına çıkarak Eski Filibe’yi de terk etmiş oldum. Artık inişli çıkışlı arnavutkaldırımı sokaklar geride kalmıştı. Tsar Boris III Obedinitel Bulvarı’nın diğer tarafında Kapana Mahallesi, yani eski çarşı vardı. Ufak dükkanları ve birkaç katlı binalarıyla çarşı niteliğini hâlâ taşısa da eski hanlar, hamamlardan pek bir iz kalmamıştı gördüğüm kadarıyla. Kapana’daki ara sokaklardan geçip Hebros Meydanı’na çıktım. Burada hâlâ ayakta olan Osmanlı yapılarından Chifte Banya vardı. Kadınlar ve erkekler için ayrı bölümleri olduğu için Çifte Hamam ismini almış oldukça büyük bir yapıydı. 1582 yılında inşa edilmiş, geçen yüzyıla kadar işlevini korumuş olan hamam, 1999’da Modern Sanatlar Galerisi olarak hizmet vermeye başlamış. Ne yazık ki kapalı olduğundan içini gezemedim.

Maritsa Nehri ile çarşı arasında kalan bölge Türklerin yoğun olarak yerleştiği bölge olmalıydı ki biraz ileride de Filibe’nin hâlâ işlevini gören ikinci tarihi camisi İmaret Camii vardı. Özellikle burgu şeklinde yükselen minaresiyle uzaktan bile dikkat çekiyordu bu cami. 1445 yılına tarihlenen caminin külliyesinden geriye bir şey kalmamıştı. Üstelik heybetli görüntüsüne karşın son cemaat yerinde sıvaların yer yer dökülmüş olması caminin yeterince bakım görmediğine de işaret ediyordu. Kapısı kapalı olduğu için içeri giremedim. Çevrede oynayan çocuklara sorduğumda imamın cenazeye gittiğini söylediler. Bir efsaneye göre camiyi yaptıran Şehabeddin Paşa, bir Bulgar kıza olan büyük aşkından dolayı camiyi haç planlı yaptırmış.

İmaret Camii çok büyük olmasa da kendine has minaresiyle, özellikle eski fotoğraflarda şehrin panoramasında bir bakışta fark ediliyor.

İmaret Camii çok büyük olmasa da kendine has minaresiyle, özellikle eski fotoğraflarda şehrin panoramasında bir bakışta fark ediliyor.

Saat 14.00’ü geçmişti, iyice yorulmuştum ve karnım acıkmıştı. Yürüyüşümün finalini İmaret Camii’nin az ilerisindeki Maritsa Nehri üzerindeki köprüde yapmaya karar verdim. Üstü kapalı, iki yanında dükkanlar olan köprü eski Filibe’yi yeni yerleşimlere bağlıyordu. Altından ise Rila Dağı’ndan doğup Filibe Ovasını kat ederek Batı Trakya’yı sulayarak Ege Denizi’ne dökülen Maritsa, yani bizim bildiğimiz Meriç Nehri usul usul akıyordu. Kıyıda birkaç kişi attıkları oltaya balık vurmasını bekliyordu. Tam anlamıyla öğle sonrasının rehaveti çökmüştü.

Böylece saat 11.00’de Sahat Tepe’de başladığım Filibe turunu 14.30’da Maritsa Nehri’nin üstünde sona erdirdim ve köprünün üstündeki Chili Restaurant’ta karnımı doyurmaya karar verdim. Self servis, esnaf tipi bir lokantaydı ve kadınlar işletiyordu. Bol garnitürlü bir tavuk tabağı ile portakal suyu alıp nehri gören masalardan birine oturdum. Çok leziz bir yemek olmasa da oldukça ucuza yemek işini hallettim (4,4 BGN).

Yemekten sonra biraz daha o civarda dolaştıktan sonra Hebros Meydanı’na geri dönüp buradan bir otobüse binerek ertesi gün Varna’ya yapacağım yolculuk için bilet almak üzere Tren İstasyonuna gittim. Filibe’de otobüs dışında toplu taşıma aracı görmedim. Otobüs bileti otobüsün içinde dolaşan görevliler tarafından satılıyordu (1 BGN).

Tarih Müzesi, Filibe’de gezmeye değer önemli müzelerden biri, ancak tarih fazlasıyla tek taraflı sergilenmiş.

Tarih Müzesi, Filibe’de gezmeye değer önemli müzelerden biri, ancak tarih fazlasıyla tek taraflı sergilenmiş.

Merkez İstasyon (Tsentralna Gara) 1908’de tamamlanmış barok tarzında bir binadaydı ve İstanbul’dan da seferler vardı. Aslında istasyon şehir merkezine çok uzak değildi, yorgun olmasaydım ve sıcak başıma vurmuş olmasaydı yürüyebilirdim bile. Ama kalan enerjimi Tarih Müzesi’ne saklayabilmek için biletimi aldıktan sonra yine otobüse binip öğleyin eski Filibe’nin surlarından çıktığım yere gittim. Buradan tekrar eski şehre tırmanıp Hisar Kapı’nın yanındaki Tarih Müzesi’ne geldim. Birkaç ayrı binada yerleşmiş olan Tarih Müzesi’nin (Regionalen istoricheski muzey Plovdiv) Milli Uyanış ve Bağımsızlık Sergisi, 1846 yılında dönemin en zengin tüccarlarından birine ait Georgiadi Evi’nde bulunuyordu. Müze, 15.-19. yüzyıllar arası özelde Filibe, genelde Bulgaristan tarihine odaklanıyordu ve Bulgarların Osmanlı hakimiyetindeki yaşamına, Bulgaristan’ın bağımsızlık ve aydınlanma sürecine ait bilgi ve belgeler sergileniyordu. Ayrıca bağımsızlık sürecinde etkin rol oynayan çeteler ve eşkıyalara ait silahlar, alet edevat da vardı. Ne yazık ki sergide Osmanlı Devleti işgalci, zalim ve Bulgarlar üzerinde asimilasyon politikası izlemiş bir devlet olarak gösterilmiş, sanki Bulgaristan 500 yıl boyunca esaret altında yaşamış izlenimi verilmişti. Zaten eşya ve belgelerin çoğu da 19. yüzyıla aitti. Müzeye girerken bilet kesen görevli kadınla bayağı bir muhabbet etmiş, kültürel olarak birbirimize ne kadar benzediğimizden bahsetmiştik. Hatta iki ulusun dost olduğunu, örneğin Yunanlılarla bizim kadar iyi geçinmediklerini söylemişti. Ancak müzede sergilenenler bunun aksini gösteriyordu. Gerek burada gerekse Etnografya Müzesi’nde gördüklerim, Bulgaristan’ın geçmişten bu yana özellikle Türkleri değişmez düşmanlarından biri olarak tarihine kazıdığı ve bunu milli bir politikaya dönüştürdüğü izlenimi bıraktı bende. Gerçi pek çok ortak noktası olan iki toplumun insanları arasında bariz bir anlaşmazlık olmasa, hatta ilişkiler sıcak olsa da bu politikalar yüzünden hep  bir “acaba” sorusu zihinlerden gitmeyecek anlaşılan.

Müzeyi de turuma ekledikten sonra bacaklarımda kalan son takatle Cuma Meydanı’na kadar gelip bir miktar döviz bozdurduktan sonra kendimi otele attım ve iki saat kadar uzanıp dinlendim.

Akşam yemeği için tekrar dışarı çıktığımda hava henüz kararmamıştı. Hem yemek yiyecek bir yer aramak hem de birkaç hediye almak için adımlarımı eski mahalleye doğru çevirdim. Cuma Camii’nin arkasında tezgah kurmuş yaşlı bir bayandan içinde gül esansı bulunan ufak tefek biblolar aldım. Bulgaristan’ın gülleri çok meşhur; gül esansı ve diğer gül mamulleri Bulgaristan’dan alınabilecek en iyi hediyelikler arasında sayılabilir.

Kaçıncı defadır çıktığımı bilemediğim Nebet Tepe’ye doğru ilerlerken hediyelik eşya dükkanlarına da şöyle bir göz atıyor, fiyatlara bakıyordum. Yukarı doğru çıktıkça sanki fiyatlar da yükseliyor gibiydi. Lokantalar da aynı şekilde eski mahallede daha turistik tarife uyguluyorlardı anlaşılan. Bu arada Saborna Caddesi üzerinde sabah fark etmediğim Philipopolis Sanat Galerisi’ni (Philipopolis Art Gallery) gördüm. Burası Bulgaristan’ın ilk özel galerisiydi ve ünlü Bulgar ressamların resimlerini sergiliyordu. Ancak içindeki lokanta o kadar ön plana çıkmıştı ki sokaktan geçerken galeri olduğu zor anlaşılıyordu. Daha tepede yine sabah es geçtiğim bir başka yapıya rastladım. Kale içindeki nadir Osmanlı yapılarından biri olan 18. yüzyıldan kalma Mevlevihane, şimdi Pildin adlı turistik bir lokantaya dönüşmüştü.

??????????????????????

Bulgar mutfağı oldukça zengin ve bizimkine çok benziyor, geleneksel lezzetler mutlaka denenmeli.

Bulgar mutfağı oldukça zengin ve bizimkine çok benziyor, geleneksel lezzetler mutlaka denenmeli.

Eski mahallede yemek için kafama uygun bir yer bulamayınca, resepsiyondaki gencin de önerisine uyarak Cuma Camii’nin arkasındaki meydanda bulunan lokantaları denemeye karar verdim. Zaten baştan beri aklımdaydı burası. İki üç tane lokanta yan yana sıralanmıştı. Resepsiyonist aralarından Zagorka’yı önermişti, aslında lokantanın ismi Arena’ydı ama önünde Bulgarların bira markası Zagorka’nın şemsiyeleri, tenteleri filan vardı. İyice acıktığım için fazla düşünmeden açık havada boş bir masaya oturdum. Onların tarator dedikleri, bizim cacığa benzeyen soğuk çorbayla piliç kavurma söyledim. Her ikisi de toprak çömlekte geldi ve yemeklerin lezzeti garson kızların nemrutluğunu kapattı (10,20 BGN).

Yemeğin üstüne dolaşmak için Knyaz Aleksander Caddesi’ne çıktığımda aklıma gelmeyecek bir manzarayla karşılaştım. Bir gece önce sakin bir yaz akşamı yaşayan caddeyi bu akşam inanılmaz bir curcuna kaplamıştı. Allı güllü rengarenk giyinmiş, süslenmiş, takmış takıştırmış insanlar caddeyi tam anlamıyla bayram yerine çevirmişti. Ağırlıklı olarak Romanlardan oluşan kalabalık cadde boyunca güle oynaya piyasa yapıyor, birbirleriyle bayramlaşıyordu. Ortada neredeyse Bulgar kalmamıştı. Muhtemelen bu kalabalığın arasına katılmayı tercih etmeyen Bulgarlar, bayram günü şehrin merkez caddesini Filibe’deki Müslüman azınlığa bırakmayı tercih etmişti, onlar da – kendimi de dâhil edersem – bizler de bayramın keyfini çıkartmaya bakıyorduk. Belki Bulgarlar benim bu düşünceme katılmıyordur ama bu cıvıl cıvıl ortamı seyretmek gerçekten çok keyifliydi. Caddeyi boydan boya kat ettikten sonra bir müddet yolun kenarındaki banklara oturup gelen geçeni seyrettim. Ardından Stambolov Meydanı’ndaki Dreams adlı popüler kafede oturup daha sonra midemi rahatsız edecek karışık bir meyve suyu içtikten sonra ufak ufak otelime döndüm.

Geleneklerin ve geçmişin ruhlarının henüz unutulmadığı güzel ve samimi bir şehir olan Filibe’de bir bayram gününü geride bırakıyordum. İlginç bir tecrübe olmuştu. Tanıdık olsa da ayrı, benzer olsa da farklı bir kültür vardı burada.

??????????????????????

??????????????????????

??????????????????????

??????????????????????

??????????????????????

??????????????????????

??????????????????????

??????????????????????

??????????????????????

??????????????????????

??????????????????????

???????????????????????????????

??????????????????????

??????????????????????

??????????????????????

??????????????????????

??????????????????????

??????????????????????

??????????????????????

??????????????????????

??????????????????????

???????????????????????????????

??????????????????????

??????????????????????

???????????????????????????????

??????????????????????

Bir Yanıt

  1. Reblogged this on yasarnorman.

Yorum bırakın