• En Son Ne Yazmışım?

  • Son Yorumlar

    Mersin’den Adana’y… için cortoturco
    Mersin’den Adana’y… için Hakan Mihci
    Viva Mexico! Büyük ve Güzel Ül… için cortoturco
    Viva Mexico! Büyük ve Güzel Ül… için Bora Arasan
  • Arşivler

  • Kategoriler

  • Enter your email address to follow this blog and receive notifications of new posts by email.

    Diğer 64 aboneye katılın
  • Meta

GÖL KIYISINDA YAĞMURLU BİR GÜN – 1. Bölüm Vevey, Montrö, Chillon Şatosu

30 Temmuz 2014, Çarşamba

Cenevre’deki ikinci günümü Leman Gölü kıyısındaki şehirlere ayırmıştım. Sırasıyla Vevey, Montrö, Chillon Şatosu ve Lozan o günün güzergahında yer alıyordu. Aksi gibi yaz ortasında havanın en kötü olduğu günlerden birine uyanmıştım. Bulutlar gölün üstünü kaplamış, dağlar görünmez olmuş, gökyüzü kurşuni bir renge bürünmüştü. Yağmur hafiften çiseliyordu.

Havanın düzelmesini ümit ederek sabah erkenden trenle yola çıktım. Montrö Rivierası denen bölgeye girmeden önce Lozan’dan geçtik. Burasını öğleden sonra dönüş yolunda ziyaret etmeyi düşünüyordum. Yol boyunca kıyıya doğru inen yamaçlar şarap bağlarıyla kaplanmıştı. Öyle ki bazı evlerin bahçelerinde bile asmalar göze çarpıyordu. Vevey ve Montrö şarapları İsviçre sınırlarını aşan bir üne sahip.

İlk durağım olan Vevey’e bir saat içinde vardım. Vevey’i ayrı bir şehir olarak nitelendirmek ne kadar doğru olur bilmiyorum. Montrö-Vevey arasında ulaşım belediye otobüsüyle sağlanıyor, arada sadece 15 dakikalık mesafe var, genelde iki şehir bir arada anılıyor. Şehirlerin topografyası, genel havası birbirine çok benziyor. Sanki bir şehrin iki ayrı ilçesi gibi… Öte yandan resmi olarak iki ayrı şehir olarak görünüyorlar, üstelik dünyanın en büyük gıda şirketlerinden biri olan Nestle’nin genel merkezi Vevey’de. Belki de en iyisi genel olarak Montrö Rivierası olarak bu bölgeden bahsetmek.

Montrö (Montreux) Rivierası, Leman Gölü kıyısındaki Vevey’den başlayıp Montrö’yü içine alan ve Villeneuve’e kadar uzanan sahil şeridi ile gerisindeki yerleşimleri kapsıyor. Bölgede turizm 19. yüzyıldan bu yana önemli bir yer tutuyor, ayrıca Lavaux’nun şarap bağları da UNESCO Dünya Mirası listesine dahil.

12. yüzyıldan itibaren Lavaux’daki manastırların rahipleri kıyıya inen yamaçları basamak halinde düzenleyip, bir dizi duvarla taraçalar inşa edip üzüm yetiştirmeye başlamış. Bu dönemde Savoy Kontları bölgeyi (benim de ziyaret edeceğim) Chillon Şatosu’ndan yönetiyormuş. Bölge stratejik konumu nedeniyle önemli bir ticari gelişme kaydetmiş.

18. yüzyılda Vevey sanayi ve ticaret ile gelişirken, Montrö daha çok bir çiftçi yerleşimi olarak kalmış. Montrö Rivierası’nın ün kazanması Jean-Jacques Rousseau ve Lord Byron gibi bu bölgeye yolu düşmüş, eserlerinde de bu bölgeden bahsetmeyi ihmal etmemiş yazarlar sayesinde olmuş. Başta İngiliz sosyetesi olmak üzere, Avrupa’nın asilleri Lord Byron’un gizemli Chillon Şatosu’nu ve bölgenin büyüleyici manzarasını keşfetmek için buraya akın etmiş.

Montrö’nün ilk oteli 1815’te açılmış, demiryolunun gelişiyle trafik hızlanmış; hatta Orient Express bile burada durur olmuş. Montrö Rivierası son iki yüz senede sayısız ünlü konuk ağırlamış. Listede kimler yok ki: Victor Hugo, Kraliçe Sisi, Igor Stravinsky, Gustave Eiffel, Vladimir Nabukov, Mihai Eminescu, Charlie Chaplin, Gandhi ve tabii ki Freddie Mercury.

Nestle, 1876’de Vevey’de kurulmuş; ilk sütlü çikolata Daniel Peter tarafından 1875’te burada icat edilmiş.

OLYMPUS DIGITAL CAMERABu bilgilerin ardından kısa Vevey turuma Gar Meydanı’ndan serpiştiren yağmur altında başladım. Anlaşılan havadan yana şansım pek dönmeyecekti. Caddeyi geçip sahile doğru yürüyünce Büyük Meydan’a (Grande Place) vardım. Daha çok otopark olarak kullanılan meydanın çevresinde çoğu 19. yüzyılda inşa edildiği belli tipik orta Avrupa üslubundaki binalar ile Art-Deco izleri taşıyan yapıların çoğu turizm sektörüne hizmet ediyordu. Oteller, restoranlar… Meydanın ortasında şehrin sembolik yapılarından bir olan La Grenette, yani eski tahıl ambarı bulunuyordu. 1803’te Neo-Klasik üslupta yapılan, ambardan ziyade sütunları ve saat kulesiyle tapınağı andıran yapıda bugün turizm ofisi bulunuyor. Arkasındaki La Clef adlı restoranda ise zamanında Rousseau yemek yermiş ve masası bugün de korunuyormuş. Bizde 25 yıllık müesseseyiz diye övünenlere duyurulur.

OLYMPUS DIGITAL CAMERAMeydanın batı sahil köşesinde ise tadilatta olduğu için iskelelerle tamamen kapanmış olan tarihi bir şato vardı: Chateau de l’Aile. Sivri kuleli, neo-gotik bir yapıydı. Büyük Meydan’da her salı ve cumartesi günü pazar kurulurmuş. Meydanın bir köşesinde ise Charles Morgan adlı bir sanatçıya ait, La Centurion adlı modern mekanik bir heykel vardı. Heykel, dişliler, kaldıraçlar, rüzgar gülleri ile ne işe yaradığı belli olmayan Heath Robinson icatlarına benziyordu.

Vevey’in arnavutkaldırımı döşeli, dar sokaklardan, birkaç ufak meydandan oluşan, yüzyıl sonu binalarının birbirine yaslandığı küçük bir eski şehir bölümü de var. Benim Vevey’de en çok ilgimi çeken Fotoğraf Makinesi Müzesi (Musée suisse de l’Appareil Photographique) de burada. Fotoğraf sanatını, tarihini, ünlü fotoğrafçıları ve fotoğraf makinelerini tanıtan müze, ne yazık ki kapalıydı.

Büyük Meydan’dan başlayıp kıyı boyunca devam eden bir park vardı. Bir tarafta kurşuni bir renk almış göldeki dalgaların şıpırtıları, diğer tarafta geçmiş zamanların ruhunu taşıyan asalet timsali taş binalar, arada serpiştiren yağmur altında yürüyen ben… Uzaklarda tepelerin eteklerine kadar inmiş bulutlar… Kötü havaya rağmen sabahın sakin saatlerinin keyfini çıkararak yürürken parkta tanıdık bir simaya rast geldim. Elinde bambu bastonu, kafasında melon şapkası, kocaman pabuçlarıyla Şarlo kopardığı bir gülü yakasına yerleştirmeye çalışıyordu. Vevey, Charlie Chaplin anısına göle nazır bir heykelini dikmişti. Nitekim kıyı boyunca buralara yolu düşmüş başka ünlülerin de büstleri yer alıyordu.

Şarlo’nun baktığı yöne, yani göle kafamı çevirince mizahın her an, her yerde karşımıza çıkabileceğini bir kez daha anladım. Dev bir çatal, göle batmıştı. 8 metre uzunluğundaki bu paslanmaz çelik çatal, 1995 yılında İsviçreli bir heykeltıraş olan Jean-Pierre Zaug tarafından tasarlanıp yerleştirilmiş ve o günden bu yana şehrin simgelerinden bir olagelmiş. Bu çatalın buraya yerleştirilmesinin bir sebebi var tabii; kıyıdaki Yemek Müzesi’nin (Alimentarium) bir parçası. Görkemli, neo-klasik bir taş binada yer alan müze 1920’lerden1979’a kadar Nestle’ye aitmiş. Bir süre boş duran bina sonunda 1985’te dünyanın ilk yemek müzesine dönüştürülmüş. Müzede yemeğin satın alınmasından pişirilmesine, yenmesinden sindirilmesine kadar geçen tüm aşamalara ait bölümler var.

Müzenin yanındaki sokağa sapıp eski belediye binası ile St. Jean Kulesi’nin bulunduğu ufak meydana çıktım. Muhtemelen Vevey’deki en eski yapılardan biri olan çan kulesinin cephesinde büyük bir saat, dibinde ise zarif bir mermer çeşme vardı.

Artık Vevey’deki kısa turumu sonlandırıp Montrö’ye geçmenin zamanı gelmişti. Otobüs durağı Rue d’Italie’nin sonundaki meydandaydı. Bir süre bekledikten sonra beni Montrö’ye, daha doğrusu Chillon Şatosu’na götürecek 201 numaralı otobüs geldi. Öncelikli hedefim Montrö’nün kendisinden daha çok ilgiye mazhar olan ve şehirden birkaç kilometre ötedeki Chillon Şatosu’ydu.

Otobüs Montrö’nün içinden geçtikten 5 dakika kadar sonra pusun içinde, gölün içinden yükselen bir kaya gibi beliren Chillon Şatosu’nu (Château de Chillon) gördüm. Sanki bir masaldan fırlamış gibi duruyordu.

12. yüzyılda kayalık bir ada üzerinde kurulan şato, kuzey-güney Avrupa’yı birbirine bağlayan St. Bernard güzergahını korumak için inşa edilmiş. Şatonun en görkemli günlerinde, 13.-16. yüzyıllar arasında Savoy düklerine ev sahipliği yapan şato çeşitli salonların, kulelerin eklenmesiyle alanını genişletmiş. Hem bir kale hem de prenslerin ikametgahı olan şato 1536’da ise Bernlilerin eline geçmiş. 1798’de Fransız kökenliler, Alman kökenlileri şatodan çıkartıp egemenliği ele geçirmiş ve şatoyu silah deposuna çevirmiş.

Bugün şato İsviçre’nin en çok ziyaret edilen yerlerinden biri olarak kabul ediliyor. Nitekim manzaranın güzelliği, tarihteki yeri ve etrafını saran gizemle gerçekten ilgi çekici bir mekan.

Chillon Şatosu’nun ruhu, edebiyata ve güzel sanatlara da yansımış. Lord Byron burada tutsak edilen bir asilzadenin hikayesinden yola çıkarak “Chillon Tutsağı” şiirini kaleme almış, Victor Hugo ve Henry James gibi yazarlara, Gustave Courbet gibi ressamlara da ilham vermiş.

Ben şatoya vardığımda yağmurlu havaya rağmen beklediğimden daha kalabalık bir ziyaretçi topluluğuyla karşılaştım. Biletimi alıp şatoyu karaya bağlayan ahşap köprüyü geçtikten sonra tura başlamak için bir süre beklemek zorunda kaldım. Turistleri bölük bölük içeri alıyorlardı çünkü.

Tura şatonun zindanlarından başladım. Müstakil olarak gezsem de rehberli gruplara yanaşıp anlatılanlara kulak misafiri olabiliyordum. Lord Byron’a ilham veren Bonivard’ın da tutsak edildiği bu zindanlar Gotik mimariye özgü sütunlar ve kemerlerle desteklenmiş. Hapishane olmanın dışında erzak ve cephane de burada depolanıyor, göle açılan bölümlerden erzak alınıyor ya da ölen tutsaklar son yolculuklarına uğurlanıyormuş.

OLYMPUS DIGITAL CAMERA OLYMPUS DIGITAL CAMERAOLYMPUS DIGITAL CAMERAOLYMPUS DIGITAL CAMERAOLYMPUS DIGITAL CAMERAZindanların ardından avluyu geçip Büyük Salon’a girdim. Gotik pencerelerin, duvarlarında fresklerin ve amblemlerin yer aldığı, büyük bir şöminenin duvarın büyük bir bölümünü kapladığı, Savoy soylularının ziyafetler düzenlediği bir salondu. Tura soylulara ait odalarla devam ettim. Ahşap karyolalar, sandıklar, çini sobalar gibi orijinal mobilyaların sergilendiği odaların hepsinden harika göl manzaraları görülüyordu. Duvarları 14. yüzyıl resimleriyle süslü şapeli ve göle tepeden bakan kuleleri turladıktan sonra Savoy hükümranlığını anlatan ve silahların sergilendiği iki bölümü geçerek başladığım noktaya döndüm.

20140730_114131OLYMPUS DIGITAL CAMERA OLYMPUS DIGITAL CAMERA Chillon Şatosu sisli, puslu havaya rağmen – belki de bundan dolayı – gizemli bir çekiciliğe sahipti. Etrafının (İsviçre standartlarında) şehirleşmesine rağmen kulelerden göle bakmak, soğuk zindanlarında dolaşmak ya da göle uzanan ağaçların arasından şatonun soğuk duvarlarının sudaki yansımalarını izlemek bir süre için bulunduğumuz zamandan beni uzaklara taşımıştı.

OLYMPUS DIGITAL CAMERATekrar bir otobüse binip Montrö’ye doğru yola çıktım. Biraz daha hızlanan yağmur yüzünden üstüm başım sırılsıklam olmuştu. Neyse ki hava sıcaktı ama nemden sünger gibi şişmiş bir vaziyette dolaşmak hiç hoş değildi.

Montrö (Montreux) Roma devrinden bu yana geçiş yolları üzerinde kaldığı için stratejik bir öneme sahip olagelmiş. Ortaçağ’da Savoy’ların yönetiminde kalan kent, daha sonra Bernlilerin hakimiyetine geçmiş. 1798’de ise Napolyon gelip kenti Fransız hakimiyetine sokmuş. Bölge, pek çok bitkinin yetişmesine olanak tanıyan ılıman iklimi ve mükemmel manzarasıyla 19. yüzyıldan itibaren yabancıların gözdesi olmuş ve turizm gelişmiş. Son iki yüzyılda kimisi tatilini geçirmek kimisi de ikamet etmek için pek çok müzisyen, yazar, ressam, politikacı buraya gelmiş. Bu sayede hem kültürel hem de ekonomik anlamda zenginleşmiş. Geçen yüzyılın ruhunu taşıyan şık ve gösterişli otellerin yanı sıra İsviçre’de açılan ilk kumarhane de burada.

OLYMPUS DIGITAL CAMERAOLYMPUS DIGITAL CAMERABenim de şehirdeki ilk ziyaret ettiğim yer Montreux Casino (Casino Barrière de Montreux) oldu. Ama kumar oynamak için değil. 1881’de inşa edilen kumarhane şehrin eğlence ve kültür hayatında önemli yere sahip. Dünyanın en büyük caz etkinliklerinden olan Montreux Caz Festivali’nin 1967’den beri ana mekanı. Ayrıca Deep Purple’ın “Smoke On The Water” şarkısına ilham veren Frank Zappa’nın yaktığı kumarhane de burası.

OLYMPUS DIGITAL CAMERA OLYMPUS DIGITAL CAMERA OLYMPUS DIGITAL CAMERA OLYMPUS DIGITAL CAMERA OLYMPUS DIGITAL CAMERABenim buraya gelmekteki amacım ise Queen Studio Experience’ı ziyaret etmekti. Efsanevi rock topluluğu Queen’in solisti Freddie Mercury hayatının son dönemini Montrö’de geçirmiş, grup 1979-1996 arasındaki 7 albümünü Casino’nun içindeki stüdyoda kaydetmişti. Bugün ise stüdyo Queen ve Freddie Mercury anısına küçük bir müzeye dönüştürülmüş. Müzede grup elemanlarının konserlerde giydiği kıyafetler, müzik aletleri, orijinal el yazıları, fotoğraflar, albümler, kayıtlar ve her türlü hatıra eşyası sergileniyordu. Müzenin belki de en dokunaklı kısmı orijinal şekli bozulmamış, Freddie Mercury’nin son kayıtlarını gerçekleştirmiş olduğu stüdyoydu.

Biraz hüzünlü, biraz da keyifli bu mini müze turunun ardından Casino’yu terk ettiğimde yağmur hızlanmıştı. Bir nebze işe yarar diye yanımdaki beyaz naylon pançoyu üstüme geçirdim ama bu sefer de herkesin “casual” da olsa “smart” göründüğü Montrö sokaklarında plastik bir hayalet gibi dolaşmaya başladım. Neyse ki şehirde fazla kalmaya niyetim yoktu.

OLYMPUS DIGITAL CAMERA OLYMPUS DIGITAL CAMERA20140730_130053 OLYMPUS DIGITAL CAMERASahil boyundaki parktan, Art-Nouveau mimarinin güzel bir örneği olan Eden Palace adlı otelin önünden geçip Place du Marché’ye geldim. Meydanda ilk gözüme çarpan ahşap ve çeliğin birlikteliğinden oluşturulmuş kapalı pazaryeri oldu. Ancak benim asıl görmek istediğim hemen meydanın ucundaydı. Sağ yumruğunu havaya kaldırmış, yay gibi gerilmiş, Leman Gölü’nü selamlayan Freddie Mercury… Sanatçının anısına 1996 yılında dikilen bronz heykel her daim hayranları tarafından ziyaret ediliyor. Heykelin önü çiçeklerle, flamalarla dolu. Fotoğraf çeken, çektiren insanlara ve yağan yağmura rağmen ben de Freddie ile bir selfie çekmeyi başardım.

OLYMPUS DIGITAL CAMERAOLYMPUS DIGITAL CAMERA19. yüzyıl sonlarında Nestle’nin şehre armağanı olan Kapalı Pazaryeri (Marché Couvert) o gün sebze, meyve tezgahları yerine yağmurdan kaçanları ağırlıyordu. Binanın yüksek tavanında İsviçre kantonlarının flamaları asılıydı. Ben de boş pazaryerinin içinden geçip önce Grand Rue, sonra da Avenue des Alpes üzerinden istasyona vardım. Az sonra Lozan’a giden trene binmiş, sırılsıklam olan hırkamı kurutmaya çalışıyordum.

Kötü havanın da etkisiyle Vevey ve Montrö benim için çok tatmin edici bir gezi deneyimi sunmadı. Sadece Chillon Şatosu gerçekten görülmeye değer bir yer. Ama hem Vevey hem de Montrö zarif ve nezih şehirler olmalarına rağmen transit geçilecek, fazla zaman harcamaya değmeyecek yerler.

Yorum bırakın